1 Kasım 2009 Pazar

Adana'dan Silifke'ye (Ekim 2009)

İş vesilesiyle 2 günlüğüne Silifke'ye gitmem icap etti. Uçak fiyatları otobüs fiyatlarıyla yarıştığından Adana'ya gidiş geliş bir uçak bileti aldım ucuz tarafından. 29 Ekim perşembe günü sabah saat 7:20 de Adana'ya doğru havalandık, yaklaşık 1,5 saatlik bir uçuş. Planım Adana havalimanından bir araba kiralayıp Silifke'ye gitmek. Azıcık pazarlıkla günlüğü 65 liraya bir Fiat Punto (2009) kiraladım. Dizel olduğundan yakıttan tasarruf edeceğimin altını çizdi kiralayan arkadaş. Nitekim 600 km yolculuğu 80 liralık yakıt harcayarak bitirdim (0,13 tl/km).

Adana'ya vardığımda hava İzmir'den daha sıcak ama kapalı idi. Arabayla Mersin yönüne nasıl çıkacağımı öğrendim (normalde yurt dışında mutlaka bir yol haritası verirler araç kiralama firmaları bu konsept daha Türkiye'ye gelmemiş). Hemen benzin aldım sonrasında Adana Mersin otobanına çıkmak kolay oldu. Saat 10:30 u bulmuş idi. Fazla basmadan öğlene doğru Silifke'ye vardım. Yol çok rahattı ve manzaralar pek keyif vericiydi. Bereketli tarlalar, bir yanda Toroslar diğer yanda Akdeniz ve en son Kız kalesi mest bir halde Silifke'ye vardım.

Bizim Ağa ile buluştum, yirmi yıldır iş yaptığımız ama yüzünü hiç görmediğimiz biri. 70 yaşındaymış meğer ! Telefonda hep 40-50 yaşlarında gibi gelirdi sesi. Topallıyor, 1952'de menenjit olmuş önce 120 gün sonra da 60 gün hastanede yatmış (neden ay hesabı değilde gün hesabı yaptığını düşündüm o an). Atladı arabaya gideceğimiz yönü tarif etti : Toros'lara çıkartacağım seni !

Toroslara kıvrıla kıvrıla çıkan yol o kadar güzel manzaralarla bezeli ki ister istemez heyecanlanıyor insan. Açtım camı püfür püfür esiyor, hava tertemiz sarhoş edici. Önce kendi evine götürdü beni, karısı ve kızı bahçede çalışıyorlardı. Benim ürünlerin nasıl işlendiğini görmek istediğimi bildiğimi için hazırlık yapmış beni bekliyorlardı. Tanıştık, konuştuk. Kızı, babasıyla bana bir kahve yaptı köpüklü, içtik. Ev bir tepede kurulmuş, 50 metre ötesine de bir baz istasyonu kurulmuş. Dedim bu ne, rahatsız olmuyor musunuz bundan diye sordum, 3 yıl önce takmışlar o zamandan beri köyde "gizli guatr" hastalığı baş göstermiş. Doktor olmadığımdan böyle bir olasılığın olup olmadığını tartamadım ama bu istasyonların zararlı olduğunu bir çok yerde okumuştum. Bu aralar Alsancak'ta sokak aralarında istasyonu kurup etrafını bir kutu gibi örüyorlar kimse de onun bir baz istasyonu olduğunu anlayamıyor. Ying Yang işte, cep telefonunu teknolojisinin faydalarını kullanırken bir yandan da sağlımızı bozuyoruz.

Neyse, sonra gezindik bir bir dağ köylerinde, ürünün nasıl toplandığını sonrasında nasıl işlendiğini gördüm. İşte o zamandır ki köylü kadınların ve erkeklerin elleri dikkatimi ekti. Hepsinin elleri kocaman, içi sert ve nasırlı, dışı hiç hayatında krem sürmemiş gibi kurumuş çizgi çizgi, içi dışı kirli simsiyah, tırnaklarının etrafı toprakla dolmuş sanki derz gibi. Sonra kendi ellerime baktım, şaşırdım..bizim oradaki kadınların ellerini tırnaklarını düşündüm manikürlü, şaşırdım.

Kısa süre kalacağımızdan öğle yemeğini atladık köyleri gezmeye devam ettik, insanlarla konuştuk. Bizim Ağa (bugüne kadarki deneyimlerimi da doğrulayarak) büyük şehirden onu ziyarete gelen birine etrafı gezdirirken diğer köylülere azıcık hava bastı. Akşamüstü bir haber geldi büyük ablası beyin kanaması geçirmiş doğru acil'e yollandık, bekleştik. Sonra hastanın evine gittik ağlayanlar vardı. Sonrasında sessiz bir oturuş bekleyiş oldu bir odada oradaki erkeklerle birlikte. Kadınlar ayrı bir odada oturuyorlardı ve vırvırvır hiç durmadan konuşuyorlardı. Bizim erkek odasında ise çıt çıkmıyordu herkes ayrı bir yöne bakıyordu ve kimse konuşmuyordu. Bir ara iş konuşuldu sonra yine tekrar uzun bir sessizlik.

Henüz kalacak yer ayarlamadığımdan kalktık, merkezdeki Göksu (2**) otelinde öğrenci olduğumu sıkı sıkı vurgulayarak 50 tl olan tek kişilik oda kahvaltı ücretini önce 40 tl ye sonra da 35 tl ye indirerek anlaştık. Otelde ve odalarda wi-fi internet vardı, şaştım kaldım. Geçen ocak ayında da Anamur'da kaldığımız otelde wi-fi internet var idi onu hatırladım. Akdeniz'de internet önemli bir husus herhalde dedim.

Bizim Ağa'yı ve karısını köylerine bıraktım hava kararmıştı, ben merkeze geri geldim. Öğleyin de yemek yemediğimden buralarda ne yenir diye bir kaç kişiye sordum, pek özel bir şey yok dediler. Balık yemek istersen Narlıkuyu'ya git, güzeldir dediler. Atladım arabaya, yakın bir yer zannettim 20 km imiş git git bitmedi. Bu arada İzmir'de de balık hali ve restoranlarının olduğu yer Narlıdere ya, burada da Narlıkuyu şu Narlı lafına takıldım bütün yol.

Narlıkuyu herhalde hem merkezden uzak olması dolayısıyla hem de sezon dışı olması dolayısıyla boştu. Toplamda 10 kadar restoran vardı bir körfeze yerleşik yan yana yan yana. Lagos restorana oturdum 4-5 masası doluydu. Balıklara bakayım dedim buzluğun oraya bir gittim, çat elektrikler kesildi. Paşa paşa yerime döndüm deniz kıyısındayım ama bir baktım altımızda denize sıfır (yani suyla iskele hemzemin, su ancak kağıt yüksekliğinde iskelenin üzerine taşmakta) iskelede muhabbet kuşları orta yaşlı bir çift rakılarını yudumluyorlar, ay ışığında elektriklerin kesilmesinden hiç te şikayetçi değil.

Elektrikler geldi, tekrar buzluğun oraya gittim, burada hangi balık yenir dedim, Lağos dedi, çocuk. Kesti bir parça 25 lira dedi 400 gr.lik parça için. Anlaşılan çok ucuz bir akşam yemeği olmayacak dedim içimden. Bir porsiyon kalamar bir de salata söyledim, nedense bir tane de bira (iki yudum içtim bıraktım sonradan). Lağos gelene kadar kalamar salata bir de getirdikleri fix mezelerle felaket doydum zaten sabahtan beri hiçbir şey yememiş idim. Lağos'u zorla doldurdum mideye, pek te hoşuma gitmedi aynen kalamar gibi pişirmişler un+yumurta. 40 liralik hesabi ödeyip çıktım.

Silifke'ye vardığımda saat 9 gibiydi sanırım, bir açık dükkan olarak Migros'u gördüm, biraz meyve aldım, bir iki çikolata, bilim teknik ve de seyahat dergisi. Otele döndüm, oda meğersem nehire bakıyormuş. Çok rahat bir oda/yatak olmasına rağmen çok rahat bir uyku çekemedim, seyahatlerin ilk geceleri hep böyle oluyor, kendi yatağına alışmışlığın yan etkileri..

Ertesi sabah otel'in kahvaltısı pek birşeye benzememesine rağmen azıcık bir şeyler atıştırdım, tekrar vurdum Toroslara. Ağayı aldım gezindik yine dağ köylerinde. Bana defne sabunu hediye etti oradaki bir kahvenin sahibi.

Öğleyin ağayla işimiz bittiğinde helalleştik, ben aşağıya Silifke'ye doğru yavaş yavaş indim yine pencere açık, artık son bol oksijenli havayı ciğerlerime doldura doldura.

Silifke'de bir restoranda öğle yemeği yedim, adana kebap pek bir şeye benzemedi. Yoğurdundan medet umdum hani Silifke'deyim ya, onda da bir numara yoktu. Silifke'nin yoğurdu sadece bir kafiye sanırsam.

Adana'ya doğru arabayı sürerken solda "Cennet Cehennem Obruğu" ayrımını gördüm. Ulen dedim kaç kilometredir acaba hiç de bilgi yok. Deneyelim görelim ! Bir baktım 2-3 km imiş sadece, pıt diye vardım oraya. Cennet obruğu pek te etkileyici değildi ama Cehennem obruğu nefes kesici idi. Pek te sağlam görünmeyen bir platformdan obruğun içine bakabiliyorsun ama nasıl korkutucu bir şey anlatması güç, doğa karşısında kendini bu kadar küçük bu kadar savunmasız hissettiğim pek az yer olmuştur. Diğer ziyaretçilerin de nefeslerinin kesilmelerini bu devasa çukurdan korkmalarını izledim, çok komikti.

Sonra yola geri koyuldum akşam 8 de uçak var yetişmem gereken. Yolda kız kalesinde durdum izledim selam verdim, çok güzel görünüyordu gün batımında. Yolun geri kalanı acayip bir sağanak yağışla tıngır mıngır zor gittim. Adana hava limanına vardığımda saat henüz 6 idi. Arabayı teslim edeceğim kişiye hava limanında yemek yiyebileceğim bir yer olup olmadığını sordum, abi sen arabayı bırakma şimdi git bir yemek ye gel dedi. Birbiçer diye bir kebapçıya yolladı. 10 dakika sürdü arabayla.

İçerisi kalabalık idi, ocakbaşı gibi ama fastfood havası da var. Garson çocuk geldi hızlı hızlı ne olduğunu saydı ama aklımda tutamadım zaten et yiyicisi değilim pek. Baktı anlamadım bir daha saydı listeyi, gene anlamadım. Dedim menü var mı, menü yok. Acısız adana dedim artık ne diyeyim, beyti nedir desem ayıp olacak.

Pek te parlak olmayan bir kebab yedim, dedim Adana'nın kebabı da fos çıktı. 2-0 bitti bu maç.

Hesabı ödeyecem gittim kasada esmer mi esmer benim yaşlarımda topluca biri. 9 lira istedi, ödedim. Baktım adamın arkasında bir sürü simaları tanıdık gelen adamların portresi var çerçeveli, bir tanesi böyle suudi kralı gibi duruyor kafasında tülbent ve siyah yuvarlak borusuyla, bir tanesi apoleti yıldızlarla dolu bir subay (korgeneral midir nedir diyorum içimden). Sonunda dayanamadım sordum dedim bu kişiler kim, burada yemek yemiş ünlü kişiler mi, diye. Adam durdu durdu, bunlar bizim aile büyüklerimiz dedi :)

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Abi siz turist misiniz ? (Kadifekale 2009)



Eğer izmirlilere sorarsanız bu şehrin en tehlikeli yeri neresidir diye, alacağınız en muhtemel cevap Kadifekale’dir. Ben bu söylencelerle büyüdüm ve evime yürüme mesafesinde olan bu semte hiç gitmedim, gitmemiştim - ta ki İran asıllı mimar bir Amerikalı kızla tanışana kadar. Bu kız (Shadi Khadivi : www.shadiworks.com) Fulbright bursuyla 10 ay İzmir’de kalarak Basmane-Kadifekale’deki yerleşim yerleriyle (gecekondular) ve orada yaşayan insanlarla ilgili bir araştırma yaptı. Tanıştığımızda her gün oraya yürüyerek çıktığını, tek tek evlere girip planlarını çıkardığını orada yaşayan insanlarla konuştuğunu söyleyince bu işi hem turist hem de kız başına yapabilmesine inanılmaz şaşırmıştım. Beni de götürmesi için rica etmiş bir cumartesi günü Basmane’den başlayıp Kadifekale’ye yürümüştük. Ve hiç de kötü bir şey başımıza gelmemişti !

Bu hafta ikinci kez çıktım Kadifekale’ye Mehmet’in fotoğraf çekme projesi için. Bu sefer rotamız Agora yolu üzerinden Kadifekale idi. Ve yanımızda orada yaşayan bir arkadaş olacak, bize rehberlik edecekti. Bu fırsatı kaçırmak istemedim. Saat 10:15 gibi Mehmet ve Sevgi’nin kordon boyu manzaralı kahvaltı ettiklere yere ulaştım. Boyoz ve gevrek yanında peynir ve çay. Gevrekçi abiden domates ve biber de tedarik edebilince kahvaltı sofrası baya şenlendi.

Saat 11:15 te rehberimiz Sait’le buluştuk, aslen Mardin’li. Kadifekale Mardin’lilerin çok yoğun olduğu bir semt, küçük Mardin de deniyor. Başladık yokuşları tırmanmaya, ulaşacağımız noktanın rakımı 186 metre, yollar hep yokuş, ya çıkacak ya da ineceksiniz, düz yol yok gibi bir şey. İkinci sefer ya, bu sefer içimde kötü bir şey olur mu endişesi yok, etraftaki insanlar da pek sıcak herkes selam veriyor, gülümsüyor. Turist sanılıyoruz hep, çocuklar özellikle "hellooo hellooo" diyorlar yanımızdan geçerken, fotoğraflarını çekmemizi istiyorlar. Mehmet te Sevgi de fotoğraf çekerken çevreye mümkün olduğunca az rahatsızlık verme konusunda dikkatliler, ben olan biteni izliyorum, işin yazı kısmı benim üzerimde onlar geziyi fotoğraflarken.

Bakıyorum büyük kazanlar taşınıyor bir evden bir eve, kazan görmeyeli çok olmuş, hoşuma gidiyor, düşünüyorum ateş üzerinde fokur fokur. Bizim evde de en büyük tencere düdüklü tencere, onda da taş çatlasa 5-6 kişilik yemek pişer. Sonradan öğreniyorum Sait rehberin 12 kardeşi var! Bizim Mehmet’in de 11! E bu ebattaki aileler elbette kazanda pişireceklerdi yemeklerini..

Bakkaların önünden geçiyoruz, ekmek 50 kuruş yazıyor vitrininde, halbuki 10 dakika ötedeki bizim mahallede 75 kuruş ! Cumbalı Rum stili evlerden geçiyoruz, balkonlarda asılı rengarenk çamaşırlar, sokakta oynayan çocuklar, etraf cıvıl cıvıl. Herkes evinin önünde.. oturup geleni geçeni izleyenler, nakış işleyenler var. Çoğunlukla kürtçe konuşuluyor, Mehmet te azıcık biliyor yoldakilerle hoşbeş ediyor, birkaç Arapça bilen de çıkıyor sonradan, Antakya'lı Mehmet keyifleniyor.

Yokuşları tırmandıkça manzara ortaya çıkıyor, masmavi bir körfez bu İzmir.




Manzaralı bir evin önünde örgü ören 70lerinde bir teyze, gülümsüyor bize, yaklaşıyoruz.



“Good good” diyor gülerek, “merhaba” diyoruz teyzeye “biz Türkçe biliyoruz”, “good good” diyor yine gülerek ! Türkçe bir şeyler soruyoruz ama teyze tutuldu Türkçe’ye geçemiyor bir türlü turist olduğumuzdan emin, hemen az ötede yerde çömelmiş oğlu “ türkçe konuşsana ana Türk’müşler işte ” diyor. “İsmin nedir ?” diyoruz, “Gül” diyor, oğlu hemen “kendisi gibi” diyor. Bakıyorsunuz teyze gerçekten sürekli gülüyor pek tatlı, Yunanistan’dan göçmüş babası. Teyzeyle Sevgi sarılıyorlar koklaşıyorlar, vedalaşıyoruz.

Yolda mahalle aralarında çocuklar görüyoruz bilye oynuyorlar eve kapanıp playstation oynamalarından iyidir diye düşünüyorum.

Sonunda tepeye varıyoruz, güzel bir esinti var, zaten olmasa yandık yaz sıcakları başladı gibi İzmir’de. Göğe bakıyorsun uçurtma dolu. Her çocuğun elinde bir uçurtma, uçurtması olmayan saplarına ip geçirmiş torba uçurmaya uğraşıyor.

























Önümüzden ellerinde bir uçurtma üç çocuğunu motoruna bindirmiş bir baba geçiveriyor. Bakıyorsun telefon tellerine, takılıp kalmış gazi olmuş onlarca uçurtma..






Gezinmeye başlıyoruz kalenin oturtulduğu tepede. 8-10 tane tandır var orada burada, mahalleninmiş bu tandırlar, herkes gelip kendi ekmeğini pişiriyormuş.




Kimisi satıyor da bu pişirdiklerini, Sait satın alıyor bir tane. El işleri, kilim, seccade çanta gibi hediyelik eşya satanlar var ileride, Mehmet de bir şeyler alıyor oradan.



Artık inişe başlıyoruz, bir sonraki durağımız midyeciler. Bilenler bilir İzmir’de midye piyasasının tek hâkimi Mardinliler, gülüşüyoruz kendi aramızda Mardin’de de deniz yok ama nereden biliyorlar bu midye işini diye.

Merdiven altı bir yere varıyoruz keskin bir koku geliyor evden. İçeri sokmak istemiyor bizi midyeci başı kadın, ruhsatları falan olmadığı için belediyeciler gelip rahatsız ediyormuş zaman zaman. Kapıdan kafayı uzatıyorum, içerisi söylemeye lüzum yok baya pis, havada ağır bir koku, midyeler kaynıyor kazanda. İçeride kadınlar midyelere harç hazırlayıp içini dolduruyorlar varlığımızdan pek memnun değiller belli ki. Neyse ki Sait kürtçe olaraktan bizim zararsız arkadaşlar olduğumuzu, “turistler işte merak etmişler” diyerekten ikna etti de dışarıya bir kazan pilav geldi, yanında da boş midyeler, kadınlardan da biri geldi dışarıya başladı midyeleri doldurmaya, bize özel gösteri yapılıyor. Kadının elleri felaket hızlı dakikada 30-40 midye dolduruyor belki.




Midyeci başı kadın Sait'e bir torba (sanırım 100 tane) hediye etti. 10 dakika sonra da Saitlerin ailecek işlettikleri lokantada bizim Mehmet ve Sevgi'yle afiyetle götürdüler 20-30 tanesini.

Devam ediyoruz inişli yolumuza, bu bölgenin boşaltılacağını evlerin yıkılacağından bahsediyor yolda, belediye para verip oturanları çıkarıyormuş, “50 milyarlık eve 20 milyar veriyorlar tabi” dedi Sait.

İne ine dik merdivenleri, Eşref Paşa’ya varıyoruz, yolun sonunda yine çocuklar uğurluyor bizi, oturmuşlar gülüşüyorlar kendi aralarında, hepsi esmer hepsinde kara kara gözler. Mehmet bir yandan fotoğraflarını çekiyor, gülüşüyorlar mütemadiyen, kim kimin kardeşi, kim kaçıncı sınıfta öğreniveriyoruz.




Muhabbet hoş tabi ama ayrılma vakti geliyor, vedalaşıyoruz. Ama daha iki üç adım atmışım ki bir çocuk yanıma geliyor, hemen yan mahallelerinde oturan bana sorusu şahane: “abi siz turist misiniz ?”

24 Şubat 2009 Salı

Fas (Şubat 2009)

Bu yolculuğa pek çok badire atlatarak çıkabildim, sanki yolculuğa çıkmamam için olaylar arda arda meydana geliyor ve beni gidip gitmemeyi düşünmeye sevk ediyordu.

Önce THY, sevgililer günü kampanyası biletini yanlış kesti (bunu sonradan öğreniyorum tabi) , yolculuğa çıkış tarihi 9 şubatla 14 şubat arası olması gerekiyormuş, THY ofisindeki kız 8 i çıkış yapabileceğimizi söyleyip bileti kesti.

Gitmeme yakın, önce 95 yaşındaki anneannem ciddi bir rahatsızlık geçirdi ve hastaneye kaldırıldı 2 gece hastanede geçirdi. Sonunda evine döndü ama çok sarsılmış ve çökmüş bir halde.. Ben de THY yi aradım biletimi iptal etmek istersem, bilet yanar mı ne kadar para ödemem gerekir gibisinden. Böylece biletimin yanlış tarihlere kesildiğini öğrendim. Biletimi iptal etmem gerekirse parasal bir yükümlülük altına da girilmiyormuş, o yüzden bilet tarihlerimi düzeltip yeniden bilet kestiler.

Yine bir hafta öncesinde felaket boğazım ağrımaya başladı, doktora gittim antibiyotik verdi, ilaç kullanmayı pek sevmediğimden kendi haline bıraktım, bol portakal suyu bal ve iyi beslenerekten atlatırım diye direndim. Seyahate çıkmama 1 gün kala baktım geçmiyor hatta azıyor, paşa paşa gittim antibiyotikleri aldım. 1-2 günde kesti boğazımdaki iltihabı rahat ettim seyahatteyken.

Yine seyahate çıkmama 2 gün kala bir diş ağrısı, yıldızları sayıyorum cumartesi gecesi saat 11, ertesi günü pazar ve ben pazartesi sabaha karşı yola çıkıyorum..Doktoru arasam saat sakat, ertesi gun tatil gunu, yapacak bir şey yok sıktık dişimizi, neyseki ağrı geçti.

Pazartesi sabahı 7 uçağıyla izmir'den istanbul'a uçacağız Erin'le. Yine olay ! Uçağa bindik, piste ilerledik artık uçağın havalanmasına dakikalar var. Hemen yakınımızdaki yerde, başüstü dolaplarından bir cep telefonu çalıyor diye bir kaç kişi bağırmaya başladı, ben olduğum yerden bir ses duyamıyorum. Bağıranlar hemen dolapları açtırdılar hosteslere ama kimse de kalkıp çantalasına bakmıyor, kimin telefonu olduğu belli değil. Bir panik bu bağıranlarda, yok efendim uçak kalkmamalıymış bu şekilde, yoksa bundan sonra kimse cep telefonunu kapatmazmış..(haklı adam) Hosteslerde de bir tutukluk olayla başa çıkamadılar, ne yapıyım diyor valizleri ben mi açayım buna yetkim yok. Hemen arkamızdaki adam ben böyle uçmam diye tutturdu. Hostes te dedi ki, tamam beyfendi sizi indirelim biz devam edeceğiz (ben dumur). Nitekim piste kadar gelmiş uçak, peron'a geri döndü, beyefendiyi indirdiler. Kaptan saçma sapan bir açıklama yaptı "yakıt almamız gerekiyordu" diye. Neredeyse yarım saat gecikmeli olarak uçak kalktı, cep telefonu olayı yolculuğun sonunda unutulmuştu bile..(insan aklı, balık aklı, çabuk unutuyoruz). Bilmiyorum THY bu olayı nasıl çözmüştür sonrasında ama eşine az rastlanır bir vaka ile karşılaştım.

Giriş kısmı çok uzadı. Kazablanka'ya vardığımızda saat öğleden sonra 3 tü. Esas plan hemen trenle Marakeş'e gitmek idi ama günü daha fazla yolculuk yaparak geçirmek istemedik, Kazablanka'da bir gece kalmaya karar verdik. Havaalanında para bozdurduk cep telefonlarına bir fas hattı alıp, trenle Kazablanka merkeze (Casa-Voyageur istasyonu) doğru yollandık (35 dirhem) 2.mevki turistlerle dolu idi, kazablankada inen bir tek biz olduk. Iner inmez ertesi sabah icin Marakeş tren biletlerini satın aldık (85 dirhem). Bu arada şakır şakır fransızca döktürüyorum hareket etmek yer yön bulmak kolay keyfim yerinde. Derken ve böyle düşünürken, ilk kazığımızı yiyoruz ! İstasyon çıkışında polislere sordum ne yönde oteller falan diye, genç bir adamı elle işaret etti adam yanımıza yaklaştı taksiciymiş otel bulmanıza yardımcı olayım sizi taksimle oraya götüreyim sadece 50 dirhem dedi, hesab ettim 10 liraya tekabül ediyor, 4-5 km uzaklıktaymış mantıklı geldi, anlaştık. (sonradan aynı mesafaye 14 dirhem ödedik, ne bileyim taksi ucuz bir şeymiş fas'ta..) Taksici adam yolda genel bilgiler veriyor, nufus su kadar, is alanlari soyle, nereler gezilmeli falan..

Gösterdiği otel pek dandirikti, aynı cadde üzerinde 3 yıldızlı bir otel'e yerleştik çok ucuz değildi (290 dirhem adam başı) ama rahat bir uyku ve iyi bir banyo, yolculuğa başlamak için gerekliydi. Attık çantaları başladık turlanmaya, etrafta hiç turist yok, kimse de suratımıza bakmıyor yabancı olmamıza rağmen, hiç yokmuşuz gibi, güzel bir duygu. İlk olarak Place des Nations Unies 'ye (Birleşmiş milletler meydanı) varıyoruz oradan da ilk kez çarşısına giriyoruz fas'ın dolana dolana yürüyoruz. Ara sokaklardan deniz kıyısına çıktık, meşhur Kral 2.Hasan camiine vardık, pek görkemli, gün batmak üzere ışık ta hoş. Erin fotoğraf çekme peşinde koşturuyor oradan buraya. Ben gelene geçene bakıyorum.. Caminin içine giresim yoktu kapısına kadar yanaşıp bir göz attım. Güneş batmaya yakın hava soğumaya başladı hafiften de açız, dedik otele doğru yollanalım yakında bir yerde yemek yiyip erkenden yatalım. Yürüyerek dönecektik ama haritada otelin nerede olduğunu kesitremediğimizden ayrıca yorgun hissettiğimizden bir taksiye bindik. 7-8 dirheme otelin yakınlarına kadar götürdü, yolda ön taraf boş diye bir yolcu daha aldı (!) 1-2 dirhem de ondan aldı. 10 dirhem uzattım gerisini verecek gibi durmuyor hatta pis pis bakıyor. Dedim kalsın 2 dirhem deymez şimdi ağız dalaşına. Etrafta bakındık otantik görünen fas restoranları pek şık ve menüleri pek pahalı, vazgeçtik, bir pizzacıya girdik batılı usülü beslendik. Dönüşte bir internet kafeye uğrayıp arapça klavye ile mücadele verip otele geri döndük.

Sabah kahvaltıda gözlerim yaşardı, taze sıkılmış portakal suyu vardı hem de istediğin kadar, meğersem portakal çok ucuzmuş fas'ta, o günden sonra gittiğimiz her yerde portakal suyu içtim
hastalığıma iyi gelecek düşüncesiyle, hem de ucuz daha ne isteyeyim. Güzelce karnımızı doyurduk sabah 9 trenine taksiyle gittik, resepsyoncu 13-15 dirhem tutması lazım dedi, dün verdiğimiz 50 dirhem'in kocaman bir kazık olduğunu anladık, Marakeş'e doğru yollandık.
Trende kompartmanımızda faslı 2 kadın vardı, sürekli yemekler çıkarıyor bize de dağıtılıyor
çat pat bildikleri fransızca ile anlaşmaya çalışıyoruz. Türkiye'den geldiğimizi duyunca "merhaba" patlatıyor kadınlardan biri, zaten bütün gezi boyunca türk olduğumuzu duyan merhaba patlatıyor, hoş bir duygu. Acaba türkiye ye gelen turistlere yolda hello denilince böyle hissediyorlar mıdır merak ettim.

Nereden geliyorsunuz, Türkiyeden geliyoruz deyince ikinci soru hep müslüman mısınız oluyor, biz de elhamdülillah çekiyoruz bunun üzerine faslılarda bir sevinç bir rahatlama görmeye değer.
Yolda Radhouane (bizdeki versyonu Rıdvan) giriyor kompartmana elinde laptop çalışıyor sürekli, sonra muhabbet açılıyor süper fransızca ve süper ingilizce konuşuyor, ingilizceyi tercih ediyoruz Erin de anlasın diye.

İndiğimizde şehir merkezine 20 dakikada yürüyebileceğimizi söyledi yönü gösterdi, pek de ağır olmayan sırt çantalarımızla biz, yürümeye koyulduk. Ünlü Jma-l-Fna meydanına doğru yürürkene kısa kollu giyinmiş kadınlar, şortlu turistlerle karşılaşınca şaşırdık, fas'ın konservatif bir yer olduğunu ve özellikle kadınların giyimlerine çok özen göstermeleri gerektiği yazıyordu her yerde. Kazablanka pek ciddi Fas idi, burası pek turistikmiş.