23 Kasım 2012 Cuma

Portekiz (16-20 Kasım)

Herşey THY nin 99 EURO luk Avrupa bileti kampanyasını fark etmemizle başladı. Lizbon'da karar kılıp biletlerimizi aldık.

2 hoş tesadüf oldu Portekiz'e uçmadan..2 gece evvel Couchsurfingden Rafaela ve Lucas diye bir çifti ağırladım evimde, Portekiz'in Coimbra şehrinden, orada bir çiftlikte yaşıyorlarmış, dünya halk danslarını öğrenmek üzere balkanlara doğru yola düşmüşler. Portekizdeyken Gezilecek, görülecek, yenilecek şeylerle ilgili kocaman bir sayfa yazdı. 2. guzel tesaduf te uçakta Lisbon gitarı çalan bir adamla yanyana düştük. İstanbul'da Fado konseri vermeye gelmişler gurupça. Adam Lisbon'da çaldığı mekana bizi davet etti. Lisbon gitarı sonradan gordugumuze gore, mandolinin biraz buyukcesi ve Fado muziginin temel enstrumani, surekli olarak solo atan bir enstruman, sarkiciyla konusur gibi tinliyor. Portekiz'e öğleden sonra saat 2 gibi vardığımızda o gece nerede kalacağımızı hala bilmiyorduk, Couchsurfing'den birsürü kişiye yazdık ancak bir türlü bizi kabul edecek birini bulamadık, vardığımızda son bir kez daha emaillerimizi kontrol edip bir haber olmadığını görünce hostel ya da otel bulmaya giriştik. SİNTRA Adam başı 4.10 Euro ya Rossio tren garindan Sintra'ya gidis donus bilet aldik, neredeyse 15 dakikada bir tren var. Kisa 40 dakikalik bir yolculugun sonunda variliyor Sintra'ya Lisbon'un merkezinden. Sintra tren garina vardigimizda o geceyi gecirecegimiz CS Joaoa'nin kesin gidin kalin dedigi Almaa hosteline ulasmaktan başka somut bir planimiz yoktu. Trenden inip te gardan çıkmaya çalışırken bir kadin yanimiza yaklasti ve Jeep turu duzenledigini, kisi basi 35 Euro karsiliginda bizi Sintra'nin guzel yerlerini gezdirecegini, yuruyus yapabilecegimiz ve de guzel yemek yiyebilecegimiz bir yerlerde gezdireceğini soyledi. Sintra cok buyuk bir alan oldugundan biraz da konformist kisiligimden olsa gerek ben bu turu almanin iyi bir fikir oldugunu dusunuyordum, ancak Devrim şiddetle karşı çikti. Gardan ciktik ve de yurumeye koyulduk, hemen cikista 2 kisilik elektrikle çalisan EcoCar arabasini gorduk, uzerindeki telefon numarasini arayip bilgi aldik. Bu da Devrim'in pek hosuna gitmeyince yurumeye devam ettik. Az ileride yolun asagisinda SAUDADE diye bir şirin cafe/restoran a girip bir sebze çorbasi ve de ispanakli bir kis ismarladik. Bu Portekizdeyken yedigimiz ender lezzetli yemeklerdendi ve guzel bir baslangicin sinyalini veriyordu. Yemekten sonra kalacagimiz hostel e telefon edip oraya 20-25 dakika yuruyusle ulasabilecegimizi ogrendik, boylece yola koyulduk. Yolda Mitler ve Mitoloji konulu bir acikhava sergisi vardi. 50 metrede bir onumuze bir heykel cikiyordu. Devrim'in ilgi alanina girdiginden tek tek inceleyerek yuruduk.
Hava acaip temiz etraf yemyesil ve sik ormanlarla dolu idi, yol yokusasagi oldugundan cok ta zorlanmadan yuruduk. Sintra merkezde Piriquita diye bir pastanede tavsiye edildigi uzere quejadas ve de ..... aldik. Hostel e vardigimizda saat öglen 1 sulariydi ve mekanin hissedarlarindan Joao bizi (yani hostelin yegane konuklarini) bekliyordu. En ucuz kalma sekli olan 6 kisilik yatakhane de kalmak istedik (kahvalti dahil adambasi 22 euro), zaten bizden baska kalan kimşe olmadigindnan 2 kisilik odada kalmaktan farksiz idi. Odanin rutubetli olmasi disinda hersey mukemmeldi. Joao bize etrafi gezdirdi, hostel eski bir konak , ahsap, tas ve mermerden etraf, manyak bir bahce ama bence en carpici sey havanin oksijen komasina sokabilecek derecede temiz, etrafin buram buram toprak ve agac kokmasi konak ta cok ferah hepsinbeni kendimden gecirdi, oraya ulastigimiza cok memnun oldum. Quinta Regaleira konagini gezmemizi ve de Cabo do Roca (en bati nokta) yerine Azenheis Do Mar köyünu gezmemizi onerdi Joao, once adambasi 6 euro verip konagi gezdik, cok gorkemli tas ve ahsap islemeleri, mozaikler ve de tablolarla dolu bir konak, bahce cesmeler ve de heykellerle dolu ayrica manyak bir manzara (yuksek bir yere kurulmus). Ben okyanusu gormek istedigimden (devrim cok istemiyordu) saat 3 bucukta sehir merkezindeki bir otobuse atlayip Azenheis Do Mar koyune yollandik, yolda 2 buyuk sahil / plaj gectikten sonra ulastik. Nefes kesici bir okyanus manzarasi vardi, yuksek kayalik bir yerde 4-5 tane balikci olta salliyorlardi, o kadar yuksekten balik tutani da hic gormemistik hayret ettik. Yiyecek bir yer ararken yolda kopegiyle yuruyus yapan Portekizili bir kadinla karsilastik, emekliymis bu koye resim yapmaya geliyormus gecen yazdan bu yana. Burasi mistik bir yer dedi ozellikle gun batiminda. Koy bir yazlik mekan olarak kullanildigindan in cin top atiyordu, etrafta bahcelerini duzelten 2-3 kisiye rastladik o kadar.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

28 Mayıs 2012 Pazartesi

İsviçre (22-27 Mayıs)

THY nin bir kampanyasını denk getirip İstanbul üzerinden (Geneve) Cenevre'ye uçtum. 22 Mayıs Salı sabaha karşı uçağım saat 5 te olduğundan 3 te uyanıp hazırlanıp yola koyuldum. THY birinci sınıf iş çıkardı yine hep harika yemekler veriyorlar. Saat 11 gibi Cenevre'ye vardım, havaalanında dört döndüm ama telefonuma SIM kart alabileceğim bir yer yok gibiydi. Sonunda posta ofisinden bu kartı tedarik edebileceğimi öğrendim. Havaalanındaki ofiste 25 CHF (48TL) bayılıp bir isviçre hattı edindim, son güne kadar da idare etti. Havaalanında 1 saatlik bedava wifi internet olduğundan iPhone ile emaillerimi kontrol ettim, yeni numaramı insanlara bildirdim. Tuvalette takım elbiselerimi giydim doğru müşteri görüşmesine. İşim bittiğinde - saat 7 sıralarında - geçen sene İtalya' da tanıştığım Celine ile buluştum. Beni gol kıyısına goturdu.

Orada bir Falafel dükkanında atıştırdık (en ucuzu buymuş, normalde dışarıda hiç yemek yemiyormuş). Falafel güzel de baktım kuru kuru gitmiyor, ayran satıyorlardı sordum 3 CHF (6TL). Yuh dedim, aldım, tadı da güzel değildi.. Akşamleyin trenle 45 dakika mesafede Lausanne'a gidecektim akrabalarımın yanında kalmak üzere, tren bileti fiyatlarıyla da o zaman tanışma fırsatım oldu. 70 km lik tren için bilet fiyatı 25 CHF (48 TL). Oha dedim, aldım. Simone beni tren istasyonundan aldi,6-7 dakika mesafedeki evlerine goturdu. 1905 yılından kalma bir apartman kocaman bir daire. Perşembe günü akşamüstü Montreux'de bir müşterimizle buluşmam gerekiyordu, tren bilet fiyati olan 33CHF i bayılın yola koyuldum. Lausanne Montreux arası gercekten nefes kesici, bir yanda göl diğer yanda üzüm bağları şatolar falan acaip bir manzara. Musterimle tren istasyonunda bulustum, beraber yemek yedik gölün kenarında. Sonra ondan ayrılınca gölün kenarında gezindim.
Montreux Jazz festivali ile ünlü bir sehir, inşallah bir gitmesi görmesi nasip olur. http://www.montreuxjazz.com/ Cuma günü öğleyin 4 yıl evvel Izmir'den geçmiş Damien ve Delphine'i Grenoble (FR) daki evlerinde ziyaret etmek üzere yola koyuldum. Bu çift 2 yıl süresince tandem bisikletleri ile dünyayı dolaştılar ve bununla ilgili bir kitap yayınladılar : http://www.planeted.eu/ Bilet 41 CHF imiş. Pasaportumu evde unuttuğumu Cenevreye giderken fark ettim, sınırı geçeceğimden kimlik kartı ya da pasaport gerekir diye düşündüm normal şartlar altında. Cenevre istasyonuna vardığımda korka korka Fransa treninin kalkacağı perona ulaştım..
sola dönünce baktım kapıda "Douane Francaise" yazıyor ve 3 tane üniformalı tip. Korka korka gittim, ben Lausanne dan geliyorum ancak pasaportumu evde unuttum buradan geçebilir miyim dedim, üniformalı kadın da "allez-y!" (hadi yürüyünüz) dedi :) nası yani geçebilir miyim gerçekten mi diye şaşkınlıkla yürüdüm.. Cenevre Fransa sınırına çok yakın bir yer hemen 10 dakika sonra telefonum fransiz sebekesine gecti. Grenoble a kadar gol manzarası, harika dag manzaraları eşliğinde vardım. Acayip yağmur indiriyordu ve ben şort tsort haldeydim. Delphine 2. çocuklarına hamileymiş, Damien de Ağustos ayında Afganistan da bir belgesel çekmek üzere hazırlık yapıyordu. Kızları Lirio tatlı tatlı early rider ile geziniyordu, 3 yaşında ve bisiklette denge olayını çoktan çözmüş. http://www.youtube.com/watch?v=Tvt1vzPQvEU&feature=plcp Dönüşte Grenoble'dan aldığım bilet 25 EUR tuttu, yani isviçreden aldığım aynı bilet Fransa'da daha ucuz, saçmalığın daniskasi. İsviçre acaip pahalı bir yer, ya cebinde sıkı paran olması lazım ya da tren bileti fiyatları ve restoranların fahiş fiyatları ile cebelleşmemek için karavan ya da çadırla yola çıkmak lazım . Benim için her iki koşul da geçerli değildi, sonuç olarak yamuldum kaldım. Çok güzel ülke ama tadını çıkarmak için araba lazım bir de para.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Halkidiki / Kassandra (10-13 Mayıs 2012)

Bir organizasyonda gitar çalmaya gittiğim Ege'nin karşı kıyısında harika bir koy. http://www.alexanderthegreatbeachhotel.com/

24 Nisan 2012 Salı

Kaz Daglari (21-23 Nisan)

21 Şubat 2012 Salı

Cape Town (13-21 Şubat 2012)


Cape Town havaalanina vardığımızda pazartesi saat 14.30'du. Evinde kalacağımız aile 17'den sonra evde olacaklarını söylediğinden bizim de çantalarla yürüyecek gücümüz olmadığından üstü açık kırmızı turist otobusune binip, şehre genel bir göz atmaya karar verdik. 140 Rand (yaklaşık 20 USD) tutuyormuş adam başı. Hava sıcaklığı 25-30 derece civarındaydı, güneş parıldıyordu.Trafik sağdan aktığından köşeleri dönerken kaza yapacakmışız hissi vardı hep. Otobuste püfür püfür gezerken, bir yandan kulaklıkla yanından geçilen yerlerin hikayesini dinleyebiliyorsun. Yaklaşık 2 saat sürdü tur, şehirin içinde çok görkemli birşey görmedim ama otobüs Camps Bay'den geçerken hayatımda gördüğüm en güzel yerlerden birine geldiğimi anladım.



Saat 17.30 sularında Water Front denilen deniz kıyısındaki marina / alışveriş merkezinin önünde otobusten inip Sea Point'teki evlerine doğru yollandık. Ev sahibimiz ellilerinde bir çift, Odette ve Neil. Esasen Victoria şehrindelermiş ancak Neil geçen ağustos ayında burada bir iş bulunca Cape Town'a taşınmışlar. Neil iş sıkıntısı nedeniyle ingilizce öğretmenliği diploması da almış bu işi bulmadan evvel az kalsın İspanya'ya göçeceklermiş. Evleri bir villanın alt katıydı (üst komşularla hiç karşılaşmadık), bize 2 kişilik yatağı olan bir oda verdiler. Eşyalarımızı odaya attık bizi Green Point denilen bir yere doğru yürüyüşe çıkardılar.

Yolumuzun üstündeki evlerin ve apartmanların giriş kapıları acaip korunaklıydı ve neredeyse her evin bahçe duvarlarına elektrikli teller döşenmiş idi, sordum bunlar çalışıyor mu diye, öldürücü değilmiş ama şok edici özelliği varmış.. Bazı apartmanların zenci koruma görevlileri de vardı, beyazları zencilerden yine zenciler koruyor diye düşündüm..

Yolda Neil'in tavsiye ettiği bir yerde balık patates yaptırttık, elimize alıp deniz kıyısına götürdük. Okyanus manzarasına karşı koşu yapanlar, sevgilisini koluna takmış yürüyenler vardı. Bir banka oturduk Mehmet'le, martılar dibimize kadar geliyorlardı azıcık balık kapmak için, çok cesurdular.

Oradan eve döndük, ülkelerimizden günlük yaşamlarımızdan ondan bundan bahsettik. Güney Afirkanın nufusu 50 milyonun üzerindeymiş ve de %80 i zenciymiş. Beyazlar Hollandali, Ingiliz, bilimum avrupalı sömürgecilerden oluşuyormuş (300 yıl evvel geldiklerini söylemişti yanılmıyorsam). Odette'in ana dili Afrikaans mış ingilizceyi sonradan öğrenmiş, bana hollandada konuşulan dili çağırıştırdı bu Afrikaans. Kadın adama Afrikaans konuşuyor adam da kadına ingilizce cevap veriyordu :) Neil bir şarap açtı, güney afrikanın şarapları çok lezzetli ve ucuz, gezi boyunca her fırsatta içtim.

O gece aynı yatakta 2 kişi nasıl uyuyacağız diye düşünüyordum çünkü bu konuda genelde stres yapıp uyuma problemi yaşıyorum, o gece yattığım gibi uyudum ve hatta bütün gezi boyunca böyle oldu. Ancak Cape Town'a gideceklerin, şehiri geceleri sivrisineklerin bastığını mutlaka not etmeli ve bu konuda önlem almalı diye düşünüyorum.

Sandaletli Seyyah Bora Bilgin'den öğrendiğim taktik nevresimin içine girip örtünmek burada da kullanılabilirmiş. Hem çarşaf hafifliğinde bir örtüyle örtünmek hem de aynı anda sineklerden korunmak pek kolay oluyor. Ben yanımda küçük bir sırt çantası olduğundan nevresimi götürmeyi düşünemezdim. Şansıma bize verdiği yorganın nevresiminin içine girip sivrisinekleri geçiştirdim.

Ertesi günü Cape Town'da yaşayan müşterim bizi sabah 10 da arabasıyla aldı ve de şaraphaneleri gezdirmek üzere yola çıktık. Şehrin hemen 10 km dışında gecekondu bile denilemeyecek baraka saçtan yapılma mahalleler diziliyordu kilometrelerce. Uzaktan pek kötü görünüyordu, müşterimin dediğine göre hepsinin elektriği suyu bağlanmış..
Yine otoyol boyunca fahişelik yapan zenci kadınlar vardı.

Neyse bu arada şaraphane dediğim de 5 yıldızlı şarap tadım merkezleri, hepsi restoranlı, acaip şık, acaip güzel dizayn edilmiş bahçeler heykellerle süslenmiş yollar, tam anlamıyla cennet köşesi. Etrafta dolanan insanlara bakıyorum sanki herkes milyoner, acaip lüks kıyafetler ve paraca kaygısız tavırlar. Endonezya Tayland mutfaklarının füzyonu bir öğle yemeği yedik biz de, ilginçti.

O gun Cape Town'da çoğunlukla siyahlar çalışıyor, beyazlar da hayatın tadını çıkarıyor gibi geldi bana.

O akşam sevgililer günü dolayısıyla ünlü Long Street'teki barlara bakmaya karar verdik. En kalabalık olan Dubliner'e girdik. 18-25 yaş arası genç çocukların takıldığı öğrenci mekanı gibiydi, herkes ayakta dans ediyor canlı müzik yapan gurubu dinliyordu. Castle diye bir bira aldık, tadı hiç güzel değildi. Azıcık sallanıp geceyarısı gibi eve döndük. Dönüşte taksiye bindik. Genç bir çocuk kullanıyordu arabayı, Zimbabveliymiş. 25 yaşında 2 tane de bebeği varmış ailecek Cağe Town'a taşınmışlar şartlar burada daha iyiymiş.. Ben sordum üniversite falan okudun mu diye, o dedi ki hiç okula gitmemiş hayatında..E dedim peki nasıl ehliyet sınavına girdin falan, ingilizce nasıl öğrendin, anlatırken sürekli gülüyordu, şeker bir çocuktu, bizi de gülümsetti sağolsun..

Sabahları evin yakınındaki cafelerde omlet bacon sosisli Rooibos çaylı kahvaltılar yaptık. Rooibos bu coğrafyaya özgü bir çay. Merak edenler için :

http://en.wikipedia.org/wiki/Rooibos

Raspberry (sanırım türkçesi böğürtlen) ve blueberry diye 2 tane leziz mi leziz meyve var, hergun bol bol yedim yoğurtla birlikte :



Şehir içindeki ulaşımı ilk bir iki gün taksi ile sağladık (kilometresi 10 Rand, yaklaşık 1,5 USD) çok pahalı değildi en uzak mesafeye 40-50 Rand ödüyorduk. Ama sonradan dolmuşları keşfettik ve bir daha da taksiye binmedik. Bu dolmuşlar hem çok ucuzdu (5 Rand) hem de acaip tatlı bir ortamı vardı. Gördüğüm kadarıyla bu dolmuşları sadece zenciler kullanıyor, beyazların hepsinin arabası var (benzin de ucuz), bizim ev sahibi hayatında dolmuşa binmemiş mesela..Mütamadiyen her dolmuşta acaip yüksek sesli müzik dinletiliyor, şarkıyı bilenler ya da keyifle dinleyenler cool bir şekilde kafa sallayıp şarkıya eşlik ediyorlardı, bunu izlemesi çok keyifliydi. Dolmuşlar tıkabasa doluyordu tam anlamıyla et ete seyahat ediliyor. Muavin pencereden bağırıp "kamon sipoynt sipoynt" (sea point) diye bağırıp yolcu toplamaya bakıyordu (geleneksel türk dolmuşçuluğunun kullandığı aynı teknik)

Cuma öğle yemeği için üniversite kampüsünün olduğu Observatory bölgesine gitmeye karar verdim. Trene bindim, Observatory'e ulaştım tren çıkışı nereye gideceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu, insanları takip ederekten merkezi buldum. Ginger Mango denilen ödül almış bir küçük restoranda yemek yedim. Burası sağlıklı beslenme konusunda acaip uzman ve süper lezzetli yemekler icat ettiğinden dolayı ödül almış.
Sebzeli musakka adında birşey yedim, çok memnun kaldım. Çıkışta yine trenle Kalk Bay'e gidip denize girdim, dinlendim.

Cumartesi günü Neil bizi Woodstock'taki Old Biscuit Mill panayırına bıraktı arabasıyla, o da birşeyler tamir ettirecekti yakınlarda. Panayır acaip renkliydi, envai çeşit yemek,içecek, takı, ev eşyası, kıyafet.Tıkabasa insanla dolu, cıvıl cıvıl. Öğlen 1'e kadar oyalandık, oradan Kalk Bay'e gittik. Kendimizi şımartmak deniz ürünleriyle şımartmak istiyorsak gitmemizi önerdikleri Harbour House restoranına vardık. 2 kişilik karışık deniz ürünleri tabağı söyledik (780 Rand) fazla büyüktü, 3 adet istakoz, 8 adet devasa karides, kalamar tabağı, midye dolmalar, ve de süper bir balık izgara. Bira ve tatlı da çektik. Sanırım hayatımda yediğim en pahalı yemekti (1000 Rand verdik 2 kişi toplamda), daha sonradan hatırladım ki en pahalı yemek değilmiş İstanbul havalimanında 1200 TL ye "Buenos Aires soslu" profitrol yemiştim geçen mayıs ayında.



Çıkışta hava çok rüzgarlı ve bulutlu olduğundan denize giremedim bu sefer.

Pazar günü önce Green Point stadyum yakınındaki bit pazarını gezdik, tamamen turistik eşya konseptli bir pazar, afrika t-shirtleri bibloları tabloları resimleri...vs, bir şey alırken yine acaip pazarlık gerekiyor. 120 Randlık eşyayı 30 Rand'a indirinceye kadar uğraşmacalar, pek keyifli değil. Herkes sana kazık atmaya bakıyor.
Öğleden sonra Water Front taki Belthazar restoranında çikolata soslu biftek'i denedik.

Exclusive Books adındaki kitapçıdan 3 tane kitap aldık, bir tanesi bizim ev sahibine hediye edeceğimiz Elif Safak'ın Piç'i. Kitabı kasaya götürdüğümde kasiyer çocuk, vay çok güzel kitap diye karşıladı bizi.

Güney Afrika'ya seyahat etmek için vize gerekmiyor, pazarda sebze meyve, dışarıda restoranlar Türkiye'den ucuz, o yuzden seyahat etmesi keyifli. Güvenlik konusunda da Cape Town'da en ufak bir sorun yaşamadık, diğer şehirlerde nasıldır bilmiyorum. İzmir'de kış iken orada yazı yaşamak ayrıca bir keyif oldu.

İşte iki okyanusun buluştuğu muazzam coğrafyada, doğanın cömertliğinin adil olarak paylaşılamadığı topraklardaki 8 günümün hikayesi.

5 Ocak 2012 Perşembe

Kuzey Italya 25 Aralık - 1 Ocak

Bir organizasyonda gitar çalmak üzere Milano üzerinden Torino'ya oradan da Cesana Torinese, Sansicario ve Champlas Seguin'e yolculugum pazar sabahı 6'da başladı. Izmir'den Istanbul Sabiha Gokcen'e uçtum. Sabiha Gokcen havalimanındaki koridorlarda Sabiha Gokcen'in siyah beyaz resimleri vardı ve hepsi cok hostu yüzümde bir gülümseme ile koridorlardan geçtim.



Milano uçağında 6 gün boyunca beraber kalacağım Izzet ve Yosi ile karşılaştım. Milano Bergamo havaalanına uçuş 2 saat 20 dakika idi. Havalimanından şehir merkezine (Statizione centrale) otobus (havaş tipi) vardı gidiş dönüş 15 EURO. Vardığım gün 25 Aralık yani Christmas oldugundan merkez istasyonun dibindeki büyük holde italyan spesyaliteleri sergileyen bir pazar kurulmuştu.




Envai çeşit peynir, et, öteberi...








Kalacağımız hostel istasyonun hemen arka sokağındaydı, bizim çocukların ellerinde snowboardları falan olduğundan valizleriyle birlikte oraya kadar taşıma işinde baya zorlandılar. 4 kişi kalacağımız oda için 90 EURO ödedik. Izzet Buenos Aires caddesi pek güzelmiş diye bizi oraya götürmek istedi, yürüyüşe çıktık. Yol üstünde Chin Chin diye bir yerde yemek yedik, insanlar dışarıda oturuyor yüksek sesle muhabbet ediyordu. Biz de dışarıda oturduk hayatımda yediğim en güzel karidesli makarnayı ve de beyaz şarabı içtim. Oradan Duomo'ya doğru yürüdük. Ortada devasa bir yılbaşı ağacı vardı.



Izzet'in istanbul'da erasmus yapan italyan bir arkadaşıyla buluştuk daha sonra bir arkadaşı daha geldi, hoş bir pastaneye oturduk.




Organizasyona gelen insanlar butun gun snowboard ve ski yaparak geçirdiğinden benim de boyle bir aktivitem olmadığından neredeyse hergün otel'den Champlas Seguin'e yurudum, çok güzel bir orman yol gidiş 30 dakika dönüş 20 dakika sürüyor sürekli yokuş olduğundan. Yürümek meşakkatli kimi yerlerde 30 cm kar var kimi yerler buz tutmuş acaip kayıyor. Ama manzara süper, Kış olimpiyatları 3-4 sene evvel burada yapılmış.